Logo
Page Top
Change Your Heart, Look Around You.
Change Your Heart, Look Around You.

Change Your Heart, Look Around You.

26 Aralık 2025

Ben Hanne Betül. ESC kapsamında, temmuz-eylül ayları arasında, Bosna/ Doboj-Istok’ta MFS Emmaus gönüllüsüydüm.

Gündemlerimiz ve meşgul olduğumuz sorular tecrübelerimizi şekillendiriyor haliyle. Bosna’ya ikinci gidişimdi ve bu kez görüp hissettiklerim ilk ziyaretimden oldukça farklıydı. Bunda, popüler lokasyonlara yapılan turistik bir ziyaret ile kırsal bir bölgede lokal insanlarla birkaç ay yaşamış olmanın bariz farklılığının yanında bu yolculuğa çıkmadan önce cebimde dolaştırdığım kişisel gündemlerin etkisi büyüktü. Son 3 yıldır akademik ve kişisel hayatımda yaptığım şeylerden biri ailemin sivil toplum içerisinde kolektif üretime devam etme motivasyonunu ve bunun hayatıma etkisini anlamaya çalışmak. Uzaklaşmanın ardından, son bir yıldır anlamanın, sevmenin ve hatırlamanın yolunu bu kez en yakın yerde kalarak yapmayı deniyordum. Aile evime, memlekete dönmüştüm. Gap year denildiğinde havalı ve affedilebilir duyulan bu molanın ardından ne yapmak istediğim hakkında bir fikir bulmayı umuyordum. Bir zamanlar buradan gitmeyi neden bu kadar arzuladığımızı, kalan veya dönen arkadaşlarımın bu şehirde neden bu kadar umutsuzluk içerisinde olduklarını; estetik, incelikli, kendi halinde ama özenilmiş bir hayatı hayal etmenin burada neden bu kadar zor olduğunu ve ısmarlama hissettirdiğini düşünmek için de bolca vaktim oldu. Başvurular, retler, imkanlar, kabuller ama vize trafiği, derken -hiç planda olmayan- Bosna’ya gitmeye istekli hale geldim. Bunlar, gittiğimde göreceklerim için perspektifi kurdular. İnsanlar üst üste umutsuzluğa kapıldıktan sonra yeni insanlarla karşılaşarak ve yeni bir gözlük takarak da kendilerini toparlayabilirler. MFS Emmaus’a sadece gönüllülük deneyimi için değil, aynı zamanda göbeğinde büyüdüğüm kolektif üretime karşı bu ikircikli ilişkimi farklı bir bakış açısından görebilmek için de katılmıştım. Hatırlamak veya yeniden keşfetmek için. İki ay boyunca MFS Emmaus’un ana merkezi olan Duje kompleksinin bulunduğu Doboj-Istok’ta konakladım. Ana ikametgahım olan Tuzla’ya bağlı bu küçük belediyeyi, erken bir noktada – özellikle doğası ve manzaralarıyla; trend olmayan, modayı taşımayan kıyafetler giyen insanları, yavaşlığı ve ev içlerine dönük yaşamıyla- büyüdüğüm yere benzetmem bu tecrübenin benim için bir kritiğe ve gözlem alanına dönüşmesini hızlandırdı. Genellikle de hayatı benim üzerimdeki etkisine, bende ne açtığına, neleri kurcaladığına odaklanarak karşılıyorum. Bosna ve özelde Doboj-Istok tecrübesi de bana yapıp ettikleriyle örülü bu nedenle. Sanki ESC tecrübesi sayesinde, memleketimde tahammül lütfettiğim, ancak eksantrik olursa ilgimi verdiğim, her şeyi kucaklayabilmek isterken- istediğim için- itekleyip durduğum şeyler ve insanlara nihayet yabancı olmanın ama tam da olmamanın arasında açılan bu pozisyondan baktım. Bu sayede kendi memleketimde belki de sözüne kulak asmayacağım pek çok insanla saatler geçirdim. Farklılıklarımızın hemen ortaya döküleceği pek çok kişiyle bu kez ortaklıklarımızı gördüm.  Bu memleketteki insanların kafasında dolaşan iyi hal ve suretlerindeki güzelliği görünce de insanın benzeşesi geliyor muhakkak.

Doboj-Istok iki büyük şehrin ortasında, dağ eteklerinde yayılmış küçük bir ilçe. Yeşiller, bir ya da iki katlı müstakil evler, her hafta sonu yağan yağmurlarla tazelenen serin havası ile yayla kültürüne aşina olanlara sempatik gelecek bir yer. Kestirmeden bana verdiği izlenim de birilerinin burada sonsuz bir yayla tatilinde donduğuydu. Elbette öyle bir dünya yok. Ormanlarda ve patikalarda her yanı saran iri böğürtlenleri yiyerek, komşuların davetine teşrif ederek, şanslı günümdeysem geyiklerle karşılaşarak çok yürüdüm. Büyüdüğüm yere benzerliğinden olsa gerek aynı dağ taşın üzerine kurduğumuz hayatların neden bu kadar farklı olduğunu çözmek istercesine evleri çok dikizledim. İstisnasız her evin bahçesindeki göz alıcı peyzaj, parlak çimler, büyükçe masalar, taş musluklar, annemin bile adını bilmediği çeşit çeşit çiçek ve hiçbir evin bahçesini es geçmeyen trambolin, şişme havuz, salıncak ya da küçük bir oyun parkı. Muhakkak torunlar ya da çocuklar için oraya konulmuş bu tip bir oyuncak. Bazen utanma bilip, mahremiyet hatırlayınca falan yakınlaşıp izleyemediğim balkonları, yemek masalarını veya bahçeleri zoom gücü yüksek kameramla uzaktan seyrettim. Kendi evimi başka bir evrende en güzel haliyle görme fırsatı gibi bir şeydi bu sanki. Ama dışarıdan görünenin güvenilmezliğini iyi biliyorum. Bu yüzden içeriye biraz daha buyur etmek için sohbetin, paylaşmanın, sorulara cevabın misafirperveri olan Emmaus’taki çalışanların ve gönüllülerin arkadaşlığı büyük şanstı.

Her gün sabah 7’de merkezin mutfağında güne birlikte başladığımız altı gönüllü/çalışanla civar köy ve şehirlerdeki ihtiyaç sahiplerine -ve yemek yapamaz durumdaki yaşlılara- ulaştırılmak üzere yemek paketledik. Bu yemeklerin paketleme ve dağıtım sürecinin her aşamasından sorumlu 5 kadın ile dağıtıma çıkmak en sevdiğim şeydi. Yolların virajının, kızların çılgın şoförlüğüyle kafa kafaya verip, beni çıldırtmasına rağmen. Bu yolculuk için tüm umutvar girişimlerin birkaç saate kalmadan içim dışıma çıkarak sonlanmasına rağmen. Çünkü dağıtım süreci sabah 9’dan akşam 5’e kadar neredeyse kesintisiz bir araba yolculuğunda sohbet muhabbet, radyoda dinlenen şarkılar, onlarca insanın evine ziyaret anlamına geliyor. Emina ve Amela ile yemek ulaştırmakla kalmıyoruz. Önceki ziyaretten sipariş verilen ilaçları alıyoruz. Amela ile ikisi gittiğimiz evlere can getiriyorlar. Kahkahalar, takılmalar, şakalar, hızlıca keçik yapılan tülbentlerle şipşak açılan börekler, hurmaşitzalar. Market alışverişine çıkıyoruz. Armut, bisküvi, Nescafe, üzüm, bulaşık deterjanı, kolonya alıyoruz. Evin yaşlı sahibinin yiyeceğinden mi sanki. Gelip gitmez kimsecikleri bekleyecek ikramlık şeyler bunlar. Gelip gideni yok ama ev dört başı mamur. Nihayet o izlediğim evlerdeyim. İçerideyim. Evin odalarını görmeyi geçtim, didik didik süpürge elimde tüm duvar köşelerinde, halı ve koltuk altlarında, köşe bucaktayım. İstediğim her şeyi soruyorum. Yemekten çok açlığını çektikleri şey insan, muhabbet, hâl hatır olunca anlatıyorlar esirgemeden. Çocuklarını anlatıyorlar. Dünyanın hangi ucuna gittiklerini. Evin her yerinde fotoğrafları sergilenen torunlarını bilmem kaç sene önce gördüklerini. Dizlerindeki ağrıdan, yalnızlıktan şikâyet ediyorlar. Yıllar yılı artan kabuslardan, savaşın hortlağından, kendilerini ziyaret eden ölmüş çocuklarının ruhlarından. Kızlarla arabada dinlediğim bu hikayeleri açmaya devam ederken hep bir şekilde kendi hikayelerimize çıkıyoruz. Sohbetin hararetini almak ya da gözümüzün yaşını silmek için arabayı yol kenarına az çekmedik.

Ama ben sürekli bir açık aramaya çalışırken yakalıyorum kendimi. Misafire takınılan bir iyi hal bu kesin, diye geçiriyorum. Sergileme, performans, çeki düzen, demek istiyorum. Sonra bunu neden yaptığımı düşünüyorum. Sosyal bilimlerin ve olağan-içi gözlem diye kitabına uymaya yemin ettiğim bir ton skeptik şeyin eline sağlık zaten ama bu ziyaretlerde, çocuk veya yetişkin rehabilitasyonunda “benim varlığıma alışınca bıkarlar, usanırlar, salarlar, işten sıkıldıklarını ele verir ve yaptıracak -muhtemel genç, daha az kıdemli- birilerine yıkarlar” diye kanıksadığım şeyde, Türkiye’deki sivil toplum örgütlerinde günden güne yardım faaliyetlerinin medyatik bir jeste sıkışmasının, finansal kaynağa ulaşmayı hedeflemenin ve saha operasyonunu katır kutur bir sığlıkta es geçmenin, herkesin gönüllü ama birilerinin nispeten ayakçı olmasının büyük etkisi olduğuna kanaat getiriyorum. İçinde büyüdüğüm ekol nedeniyle STK denildiğinde ilk canlanan resimde şu var: uzun bir masada, saatler süren ve çayların birinin gidip diğerinin geldiği toplantılarda, koordinasyon ve teknik işlerini hızlıca, işin felsefesini genişçe açmak ve tartışmak. Ama aksine burada işler az laf çok iş gibi ilerliyordu. Herkes her işi yapıyor, en başta da kendi çalışma alanlarının temizliği olmak üzere. Çalışanlarla aramızdaki dil bariyeri de bizim ekstra olarak fiziksel işlere yönelmemize neden oldu. Ben de hem laf hem iş disiplinini alarak büyüdüğüm ve zorlanacak olursam da Budist terbiyeci dedeler düşünerek kendimi şevke getirdiğim için her işi önemseyerek yaptım. Farklı bir gönüllük deneyimi gibi gördüğüm ve deneysel yaklaştığım da oldu. Yine de düşünmeden edemiyordum. Buradaki genç çalışanlarda büyük ihtiraslar, hedefler yok. Ama birkaç dil biliyorlar, zevk sahibiler, hoş sohbetler, dünyadan haberdarlar. Kaba tarifle “kalifiye” insanlar. Ama burada yaşıyor ve üstelik buradaki hayatlarından memnun görünüyorlar. Nasıl yani? -Bu kısmı kendime bile sessiz söylemek suretiyle- Nasıl bu işleri yapmaktan memnunlar, sonunda manevi de olsa onurlandırılacakları bir istişare kurulu dahi yok üstelik. Son günlere doğru benim için her zaman zor metinlerin sahibi demek olan ve algı kapasitemi test ettiğini düşündüğüm Zizek’in Tarkovski metnini büyük bir iştahla okuyordum. Metindeki “uydurma fedakârlık” bölümünde kendime yakalandım ve şöyle bir not düştüm: “Tüm varlığımın fiziksel işler yapmakla koşullandığı bir dağ tepesinde bu metni bulup okudum ki bir zamanlar dışarıdaki dünyada olduğumu sandığım kişiyi hatırlatsın ve bana baş edemediğim kibrimi ayağa kaldırmak için biraz omuz versin. İnsanın Zizek’ten sahiciliği şüpheli bir destek umması ne acıklı. Uydurma fedakârlık dediği şey, buralarda bıdı bıdı derdoluk eden ben değilim de kim?” Uzun toplantı masalarında düşünceli ve konuşkan insanlarla pek karşılaşmamak kurumsallaşmaya, zihniyete dair çok şey söylüyordu elbette. Kayıran konuşmalar içermekle birlikte kendi aramızda çok konuştuk bunları da. Ama benim asıl ilgimi çeken şeyler buradaki gibi anlarda kendi iç dünyamın kurumsallığı ve buradaki katılıklar ya da poz kesmelerle karşılaşmaktı. Ki bunlardan durmadan oluyordu. Kimsenin bilmesine gerek yok, kendime entelektüel bir ispatı tekrar etmeden fiziksel işlerde dayanmakta zorlanıyormuşum meğer. Görünürde etkileyici olmayan böyle enselenme anları kimilerimiz için yakın mesafelerde kolay başa gelir şeyler olmuyor, o yüzden böyle tecrübeler büyük hediye.  

Merkezin terzisi olan Senija ile tanıştığımda iş arkadaşının hastalığı nedeniyle uzun süredir yalnız çalışıyordu. Yardıma, iki çift lafın belini kırmaya, kahve molalarına eşlik edecek birine hasretti. Bu durum onunla aramızda oluşan özel bağa, neredeyse her şey hakkında konuştuğumuz uzun vakitlere, bana verdiği hayat derslerine, muhtemelen yakın çevremin hakkımda söylemesine müsaade etmeyeceğim açıklıktaki analizlerine ve nihayetinde onu filme almama vesile oldu. Komünist dönem kuşağıydı, ülkeden gitmeyi çok arzulamış ama bir şekilde mümkün olmamıştı. Gözlemlerimin ve ülke hakkında kafamda yazıladuran anekdotların tek boyutlu aydınlık rengini onun sayesinde gördüm. Bana katmanları, boyutları, karanlığı açtı. Klişeler özgün olmaya çabalayan fikirlerimizi enseler malum. Zamanla ülkedeki savaş mirasının, komünist rejimin, vakfın kuruluş vizyonunun ve coğrafi konumundan mütevellit gelen kadersel setin, çalışma şekillerindeki etkisini kabul etmeye başladım.

6 yıl önceki gelişimde müze ticaretine, savaş anısının bir ürün olarak satılmasına ve bu turizme karşı, duygusal olarak teslim haldeydim. Ama bu şimdi güçlü bir temkine dönüşmüştü. Müzelerde bu kez öfkeden ağlıyordum. Mağduriyet baskın bir arka fon olarak her şeye ambiyans katıyor. Türkiye’deki yaygın anlatının elinde şekillenen arka fon, bu insanları savaş mağduru, Aliya Izzetbegoviç’in memleketlisi olarak iki boyuta sıkıştırıyor ve buna dram yüklü bir ambiyans katıyor. Erken çocukluğumun anılarında bu savaş var. İleriki yaşlarım da haberlerini okumak, tarihini araştırmak, videolarını izlemek, hakkında yapılan -ağlatmayı amaçlayan- konuşmaları dinlemekle geçti. Bugün ise yaşananlardan (belki de daha çok) öte onlarla baş etme ve miras alma şeklimiz, bu arka fon can sıkıcı geldi. Kurban olmaktan ve kurbanlığa yaslanmaktan duyduğum usanç beni buna teşvik etse de asıl taşma noktası bu durumun bizzat dibinde olduğum bu insanları tanımamı zorlaştıran bir körlüğe neden olmasıydı. Gözleri boncuk boncuk açmak, acı bir tebessüm takınmak, yaşıtın insanlara salt tarihsel tanıklarmış gibi anlattırıp durmak, politik tansiyonu ölçmeye çalışmak, sormak da sormak, dinlemek de dinlemek. Ama anlatmaktan geri durmak çünkü daha şanslı bir hayatın olduğunu düşündüğün için haddini bilir görünen bir kibir takınmak. Dinlemeye- ama mümkünse dert dinlemeye- hazır ve nazır olmak. Bunlar yüzünden etrafıma bakarken bildiğimiz fiziksel anlamda gözümü kısmak ve görüşümü netleştirmek, kulaklarımdaki uğultuyu kısmak istiyordum. Nedir bu, nerden çıkıyor diye az düşünmedim. Pek sıcak hissettiğimiz “mazlum” coğrafyalara mustazaflar diyarı olarak baktığımız zamanların marifeti çok elbette. Olan biteni anlamak isterken kestirmeye sapmaların, kendi duygularımıza karşılık veren karizmatik bir figür etrafında epik bir tarihsel anlatı yazmaların işi bunlar. Arkadaşlarım savaş annelerini merkezde ziyarete gittiklerinde, anneler arasında bir çekişme olduğunu anlatmışlardı. Aralarından birisi ziyaretler esnasında diğerlerine söz düşürmeden, durmadan konuşuyormuş. Ziyarette bu durumdan dolayı anneler arasında tartışma çıkmış. Bunu dinlediğimde evet ya işte bu, dedim. Savaş anneleri de insandır. Ağır, kasvetli, mağdur olmaktan ibaret değildir. Yeri gelir durumları komediktir. Ama savaş annelerine veya bu insanlara özne olarak bakmak yeterli olmuyor ta ki kendimizi diğerleri arasında özne olarak görene ve zamanı kendimize, kendimizi de zaman içine yerleştirene kadar. Daha çok eve girip çıktıkça, daha farklı yaştan, işten, erkek ve kadın arkadaşlar edindikçe; gözlemciliği, açık hava müzesinde dolaşırcasına temkinli ve etik olmayı bırakıp karşılıklı paylaştıkça ve gündelik şeylere karıştıkça açıldı kör noktalar. Bunları hiç usanmadan, tek nefeste en çok Nurefşan ile paylaşıyorduk. Bilhassa ikimiz özelinde söylemem mümkün: Aaa aslında böyleymiş, şeklinde bir keşifle değil; aaa aslında hiç de böyle değilmiş, şeklinde bir temizlemeyle geçti çoğu günümüz.

Burada insanların- bilhassa kadınların- geçmiş (ama bir yandan da çok yakın olan) savaş mirasıyla nasıl baş ettiklerini, bu mirastan birbirine kucak açmayı nasıl öğrendiklerini gördüm. Dağıtıma gittiğimiz bu dağ tepelerindeki topraklarda bile merhamet bitmesinin sırrının ne olabileceğini düşündüm. Evlerin bahçesindeki çiçeklerin renklerinden, odalardaki ince detaylardan açıkça beliren naiflikten, bizim için sonsuz sabırla kendilerini başka bir dilde açıklamaya çalışırken insanların hiçbirine gına gelmemesinden; sanki güzel yaşamın nerede olduğunu çözmüşler gibi buraya yuvalanmış sayısız çekirge, arı ve türlü canlının ülke içinde seyrüsefer eylemesinden, konakladığımız evin civarında yürürken ayak üstü denk geldiğim ve beni oracıkta evlerine davet eden ya da sesine doğru gidip bulduğumuz düğüne katılmamıza müsaade eden ve çok güzel eğlenip kutlayan bu insanlardan gözümü alamadım. Yetişkin rehabilitasyonunda bizzat kapılarını tıklatıp benimle tanışmaları için davet edilen on beş kadar hasta ile bungalov evde kek/kahve yaparken konuştuklarımız, aramızda harlanan muhabbet ve yakınlık, hayata ve kim olduğuma dair ansızın unuttuğum veya hatırladığım onca şey için en tarif edebileceğim şey hayat dolu ve yaşıyor hissetmekti sanırım. Bana aşktan hiç umut kesmediklerini anlattılar. Çoğunun yıllar yıllar önce gördüğü, ziyaret edebileceğim yerler tavsiye ettiler. Merkezdeki hastalar arasındaki aşk üçgenlerini, ihanetleri fısıldadılar. Kollarındaki dövmelerin anılarını paylaştılar. MTV zamanlarını, Britney Spears’ın eski zamanlarını, David Bowie’yi konuştuk. Sting dinledik. Fotoğraf albümlerine baktık. Sayelerinde çokça şükran, şükür, umut ve iştah hissettim. Kırsal hayatın mecbur olduğu bir kader olduğuna inanırken; daha farklısının mümkün olduğuna, bir yerlerde güzelliklerin yaşatılabildiğine ikna oldum.

Bazen uzaklaşmak ve gitmek, kardeş ruhlarla buluşmak sevmenin yolu olabilirmiş. Burada hiç anlamadığımız dillerde birbirimizle konuşmaya çalıştığımız 17’sinde ya da 80’inde insanlarla gözden kalbe giden yollar bulduk. Dillerin, geçmiş tecrübelerin ötesinde, birbirimizi bu kadar yürekten anlarken ve gözlerimizin içine içine bakarken tekrarlayıp durdum: ortaklıktan öte köy yok. Parçalarımız bazen çok uzaklara savruluyor. Ben bazılarını burada buldum. Elim kolum geri gelmiş gibi. Doboj-Istok’tan sonra bugün yaşadığım şehre “aa aslında böyleymiş” değil, “aa aslında böyle değilmiş” demekle meşgulüm. Bu dersten ve yeni gözlüklerden alası mı var.

MEDYA GALERİ
Image 1
Image 2
Image 3
Image 4
Image 5
Image 6
Image 7
Image 8
Image 9
Image 10
Image 11
Image 12
Image 13
Image 14
Image 15
Image 16
Image 17
Image 18
Image 19
Image 20
Image 21
Image 22
Image 23
Image 24
Image 25
Image 26

HEMEN BİR PROJE SEÇEREK HIZLI YARDIM YAPABİLİRSİNİZ

Bu dünya hepimizin, sizde hemen bir proje seçerek ister eğitim, ister gıda, istersenizde sağlık alanlarında yürüttüğümüz projelerimizden birisine destekte bulunarak insanlara umut olabilirsiniz.

 

Sizde iyiliğin bir parçası olun!

Hızlı Bağış
Proje Seçiniz
₺1.500
₺3.000
₺5.000

ETKİNLİKLER

PtSaÇaPeCuCtPz
1234567
891011121314
15161718192021
22232425262728
2930311234
567891011

İŞTİRAKLERİMİZ

KURULUŞLARIMIZ

İŞ BİRLİKLERİMİZ

Abone Ol
Bülbülzade Vakfı tarafından yayınlanan en son güncellemelerden haberdar olmak için mail listemize abone olabilirsiniz.
Logo

Bülbülzade Vakfı, Gaziantep'in zengin tarihinden ilham alarak eğitim ve kültür alanında önemli değerleri geleceğe taşıma misyonunu benimsemektedir. Geçmişin köklü mirasından beslenen kurumumuz, topluma sağladığı katkılarla birlikte eğitim ve kültür alanında ilerleme hedefiyle kararlı bir şekilde çalışmaktadır. Var gücüyle bu hedeflere odaklanan vakfımız, eğitim ve kültür alanında sürdürdüğü faaliyetlerle toplumun gelişimine katkıda bulunmayı amaçlamaktadır.

MERKEZ

Güneykent Mah, 230 Nolu Cd, No: 10/1, Şahinbey/Gaziantep
+90 342 360 50 50[email protected]

YARDIM MERKEZİ

Karagöz Cad. Mazıcı Çıkmazı No: 10 Şahinbey/Gaziantep
+90 342 231 46 94
Logo

Vakfımızın başvurusu sonucunda, 17 Ocak 2024 tarihli ve 8097 sayılı Cumhurbaşkanı kararı ile, 4962 sayılı Kanunun 20. Maddesi gereğince vakfımıza “vergi muafiyeti” tanınmıştır. Adı geçen 4962 sayılı Kanun, Vakıflara Vergi Muafiyeti Tanınması Hakkında Genel Tebliğ ve ilgili diğer yasalarla vakfımıza tanınan hakların bir kısmına aşağıda yer verilmiştir.

Copyright 2024 Tüm hakları saklıdır.Nowismedia